Bazen birinin gözlerinin içine bakarken, aslında orada sadece kendini gördüğünü fark edersiniz. Sizi değil, sizin ona hissettirdiği “özel olma” duygusunu sevmiştir. İşte o an anlarsınız; bu bir sevgi değil, bir yansıma oyunudur.
Narsisizm denince akla hemen “kendini beğenmişlik” gelir ama mesele bundan çok daha derin. Bu, insanın kendi boşluğunu başkalarının hayranlığıyla doldurmaya çalışmasıdır. Parlak, güçlü, özgüvenli görünürler; ama içlerinde onaylanma açlığı büyüyen bir çocuk vardır.
Psikologlar bu durumu “benliğin kırılganlığı” olarak tanımlar. Çünkü narsist kişi aslında kendine değil, kendisinin idealize edilmiş hâline âşıktır. Gerçek benliğini kabul etmek onun için zayıflık gibidir. Eleştiriden korkar, çünkü o eleştirinin ardında yıkılacak bir imaj vardır.
Bu insanlar ilişkilerinde genellikle çok etkileyici başlarlar. Dikkatli, özenli, hatta büyüleyici olabilirler. Ama zamanla fark edersiniz ki o özen, sizi anlamaya değil, sizi “kendi hikâyelerinin tamamlayıcısı” yapmaya yöneliktir.
Ve siz, farkında olmadan bir sahnede figüran olursunuz.
Zamanla, “neden hep ben uğraşıyorum” demeye başlarsınız.
Narsist biriyle ilişki yaşamak, sürekli koşup hiçbir yere varamamak gibidir. Ne kadar verirseniz verin, hiçbir şey “yeterli” olmaz. Çünkü o sevgi, iki kişi arasında değil; tek kişinin aynasında yaşanır.
Ama en önemlisi, bu deneyim bize bir şey öğretir:
Gerçek sevgi, karşımızdakini görmekle başlar — onun kusurlarıyla, hatalarıyla, sıradanlığıyla.
Kendimizi sürekli kanıtlamak zorunda hissettiğimiz bir ilişkide sevgi yoktur; sadece doyurulmamış bir ego vardır.
Belki de artık aynaya değil, birbirimize bakmayı öğrenmemiz gerekiyor.
Çünkü bazen en büyük cesaret, o aynayı kırıp altındaki kırılgan yüzümüzle barışmaktır.