İnsan. Varlık âleminin en ironik yaratığı. Bir yandan “eşref-i mahlûkât” (yaratılmışların en şereflisi) payesiyle taçlandırılmış, diğer yandan “zalûm” (çok zalim) ve “cahûl” (çok cahil) olarak nitelenmiştir. Bu derin tezat, insanın bu dünyaya niçin geldiği sorusunun anahtarıdır.
Allah bizi neden getirdi? Klasik cevabın ötesinde bir hakikati idrak etmeliyiz: Allah’ın bize ihtiyacı yoktur. Bize ihtiyacı olan, bu misyondur.
Bilinç ve Bedel: ‘Emanet-i Kübra’
İnsan, kâinatta yalnızca kendi türünün kabul ettiği bir emaneti taşır: Akıl, irade ve vicdan. Kur’an, bu büyük emanetin (Emanet-i Kübra) göklere, yere ve dağlara teklif edildiğini, ancak onların bu yükü kaldıramayacakları korkusuyla çekindiklerini; insanın ise onu yüklendiğini söyler.
Bu emaneti yüklenmek, insanı sadece “bilinçli” bir varlık yapmakla kalmaz, aynı zamanda onu sorumluluğun en ağır bedeliyle karşı karşıya bırakır: Seçim yapma zorunluluğu.
Diğer tüm varlıklar, (melekler, hayvanlar, bitkiler) fıtratlarına kodlanan görevi şaşmaz bir şekilde yerine getirir. Onlar için ‘iyilik’ ya da ‘kötülük’ diye bir ayrım yoktur; sadece mutlak itaat vardır. Oysa insan, iyi ile kötü, doğru ile yanlış arasında salınmak zorundadır. Dünya, bu yüzden bir imtihan sahası değil, daha çok “Terakki ve Tekâmül (Gelişim ve Olgunlaşma)” laboratuvarıdır.