“Kör birine lamba ne kadar gereksizse; anlamayana da söz o kadar gereksizdir…”
Bir cümle, ama içinde koca bir hayat tecrübesi saklı. Sözü söyleyenin değil, sözü karşılayanın hâlini anlatıyor. Çünkü söz, ancak muhatabında bir karşılık bulduğunda anlam kazanır. Aksi hâlde ışık yanar ama karanlık dağılmaz.
Bu cümlenin yanına bir söz daha koyduğumuzda tablo tamamlanıyor:
“Cahil insan her sözünde kendini aklar… Âlim insan her sözünde kendini yoklar…”
Aslında iki söz de aynı yere işaret ediyor: anlamaya niyetli olmak.
Cahil insan konuşurken kendini savunur. Her cümlesi bir gerekçe, her sözü bir mazerettir. Yanlış yapmaz; hep haklıdır. Hata varsa başkasındadır, suç şartlardadır, sorumluluk herkesindir ama kendisinin değildir. Bu yüzden çok konuşur ama az şey söyler. Sözleri yüksek seslidir, içi boştur. Anlatmak ister ama anlamak gibi bir derdi yoktur.
Âlim insan ise konuşurken önce kendine bakar. Sözü, karşısındakini ezmek için değil, kendini tartmak içindir. “Ben nerede eksik kaldım?” sorusu dilinin ucundadır. Bu yüzden az konuşur ama söylediği yerini bulur. Çünkü bilginin değil, idrakin peşindedir. Haklı çıkmaktan çok, doğruyu bulmaya çalışır.
İşte tam bu noktada ilk söz yeniden anlam kazanır.
Anlamayana söz söylemek, kör birine lamba tutmaktır. Işığı yakarsınız ama göz kapalıdır. Oysa anlayan için bazen tek kelime yeter. Hatta kelimeye bile gerek kalmaz; bir suskunluk bile çok şey anlatır.
Bugün en büyük sorun cehaletin yüksek sesle konuşması, bilginin ise çoğu zaman susmak zorunda kalmasıdır. Sosyal medyada, meydanlarda, ekranlarda herkes kendini aklıyor; ama kendini yoklayan kaç kişi var? Herkes anlatıyor; peki kaç kişi gerçekten dinliyor?
Belki de bu yüzden sözlerimiz çoğu zaman boşa düşüyor. Çünkü mesele sözün güzelliği değil, muhatabın niyeti. Anlamak istemeyene ne söylerseniz söyleyin eksik kalır; anlamaya hazır olana ise yarım bir cümle bile yol gösterir.
O yüzden bazen susmak, en doğru köşe yazısıdır.
Ve bazen bir söz, sadece anlayana söylenmelidir.